Kokular Kaybolunca

Şu an o kadar dar bir sokaktayım ki nefes almakta zorlanıyorum, her soluğumda ıslak tuğla kokusu geliyor burnuma, çocukluğumdan kalma nice kokular arasından bir tek bu tuğla kokusu ayrıldı ve geldi dibime. Sokak dar olduğu kadar uzun da, ortasına kadar geldiğim bu rutubetli tünelden çıkmak için kat edeceğim mesafe bayağı meşakatli olacak derken ensemden bir el tutup çekiyor beni, sağıma soluma bakıyorum gözümün önünden pencereler geçmekte. Sağ tarafım tamamen sıvasız tuğla iken sol tarafım gri sıvalı bir bir bina işte.

İki kat yükseldikten sonra, çerçevelerinin beyaz boyaları dökülmüş, camları çatlamış bir pencereden içeri dalıyorum, pencerenin camlarına bakıyorum, çok ilginç bir şekilde yenisiyle değiştirilmemiş, artık üşengeçlik mi yoksa parasızlık mı bilemiyorum, ama camlar çatlaklarından ayrılmasın diye vidalarda o çatlakların buluşma noktasında somunlarla birleştirilmiş. İyi bir çözüm olduğunu düşünüyorum kısa süre içinde.

Pencereden ayırdığım gözlerimi odaya çeviriyorum, yerde kırmızı tonlarda üzerinde mavi çiçekler olan bir halı dikkatimi çekiyor, kapıdan pencereye doğru desenleri aşınmış beyaz ilmekleri görünmekte. Evin bütün yükünü çeken eski kirli bir halı, ormanın içindeki patikayı andırıyor adeta. Orman benzetmesi yerinde bir benzetme olabilir bu oda için, sağ ve soluma baktığımda odanın içerisinde irili ufaklı bitkilerin varlığını görüyorum, toprak kokusu yine zihnimin derinliklerinden burnuma kadar ulaşıyor, çocukken üzerinde oynadığımız arsayı hatırlıyorum, yağmurdan sonra yumuşacık toprağı olan o arsayı. Küçücük arsada yıkılan evin alaturka tuvaletini de hatırlıyorum, kazarken bulmuştuk da sanki antik bir kent keşfetmiş gibi sevinmiştik arkadaşlarımla. 

Odanın duvarındaki sarmaşık, bulunduğum yerin bir oda değil de gizli bir bahçe olduğunu düşündürmeye başlıyor. Beni yukarı çeken elin sahibini arıyor gözlerim, ama tam karşımda, odanın kapısının bana göre solunda duran incecik ayaklı, neredeyse belime kadar gelen, ortası cam kapaklı, iki yanı ise çekmeceli büfeye doğru yürüyorum, o elden hala ses ve görüntü yok, onun olmadığına inandırmaya çalışıyorum kendimi. Büfenin çekmecelerine elim gidiyor, hepsini teker teker açmaya niyetleniyorum.

Dört çekmecenin üçünde toz ve kıymıktan başka bir şey yokken sonuncusunda bir yığın fotoğrafa rastlıyorum, çoğu siyah beyaz olmasına rağmen retüşlenerek dudaklar ve gözler renklendirilmiş bir yığın erkekli kadınlı resmi kıyafetli fotoğraflara bakmaya başlıyorum. Aralarında portreler de var, sanki bir davette çekilmiş gibi ellerde kadehlerle verilmiş pozlar da buluyorum. Ama beni buraya getiren el orada beni tekrar sokağa bırakıyor, bu ağır çekim hayattan yine iki kat hızlı hayata geri dönüyorum, zihnim daha fazlasına izin vermiyor.

Duymak istediğim çok koku var diyorum kendi kendime, bu eski evdeki turum yarıda kesildiği için göğüsüm sıkışıyor, bu kokuların hepsinin teker teker uçtuğunu hissediyorum bu yüksek hızlı şehirde. Sabahların pastane kokusu artık tüm mahalleyi sarmıyor, kışların kömür kokusu sokak oyunlarımızı boğmuyor ve geçmişe karışıp gidiyor. Annemle girdiğimiz dükkanların kokularını hatırlıyorum ama artık onları soluyamamamın üzüntüsünü de yaşıyorum aynı anda. Artık halı dükkanlarının ağır yün kokusu ve bakkalın peynire karışmış deterjan kokusu burnumun direğini sızlatmıyor. Çocukluğumun berberindeki traş için kaynayan suyun buharına traş kremi ve kolonya kokusu karışmıyor ve ben bunu banyomda bulamıyorum.

Daha yavaş gelişsin istiyorum etrafımdaki herşey, erken kalkarak çözüm buluyorum, belki zaman daha yavaş ilerler diye umuyorum. Ama olmuyor, çocukluğumun evleri artık alçıpanla doluyor, yavaş şehirlere gitmenin yolunu arıyorum, bir ağaçla aynı sürede büyüsün istiyorum oturduğum bina. Uyanıyorum tekrar uyumak üzere. 

Yavaşlamak içn dua ediyorum her gece.