Ortadoğu'nun yeni silahı (!)


Eğer bir batı ülkesinde (batılıların tabir ettiği gibi) gazetecilik yapıyorsanız ve bir devlet adamının ya da başka bir kişinin düzenlediği bir basın toplantısını takip etmek ise işiniz ve o kişinin fikirlerini benimsemiyorsanız bunu göstermenin çok çeşitli yönleri var. Örneğin o basın toplantısına katılmamak gibi ya da foto muhabiri iseniz fotoğraf makinanızı herkesin görebileceği bir yere bırakmak gibi, çoğu zaman bu toplu halde de yapılır. Bu sefer çok değişik bir şeyle karşılaştık ve olayın ne tarafında duracağımızı şaşırdık. İlk defa bir devlet adamına ayakkabı fırlatıldığını gördük hem de bir gazeteci tarafından yapıldı bu protesto. Acaba ne kadar ahlakiydi tartışılır. Bush'u desteklemeyen biri olarak daha önce yüzne pasta fırlatmayı, yumurta atmayı düşünmüştüm ama bir anne yöntemi olan ayakkabı fırlatmayı hiç düşünmemiştim, sade bir vatandaş olarak ahlaki durumuyla ilgilenmeden protestoyu yapan gazeteciyi destekler sözler söyleyebilirim, varsayalım ki gazeteciyim, işte o zaman bana tanınan hakları göz ardı etmeden bu basın toplantısı umrumda bile olmazdı.

Neys ki artık Başkan Bush aramızda olmayacak ama Bush'un devamı olan Obama ver sırada baksanıza şimdiden belli etti niyetini kabinesine Başkan Bush'un eski adamlarını alarak. Belki de İran'daki Suriye'deki ayakkabı fabrikaları bahane edilerek yeni bir savaş planı çoktan hazırlanmıştır.

Tembellik ile Üşengeçliğin Bahçesinde Bir Gün


Bugün hiç kalkmadım oturdğum yerden, tuvalet ve su ihtyacı için ayaklandım sadece. Artık bana birinin emretmesi gerekiyor, iplerimi eline vereceğim birileri ya da biri lazım.

Sabahları da erkenden uyanıyorum saat 7'de gözlerim açılıyo yatakta dönüyorum, çok mu erken yatıyorum? Hayır sabaha kadar otryorum neredeyse. Zaten yavaş yavaş ev kadınına dönüşüyorum Tanrıya yakarıyorum beni kadın programlarından uzak tut kumandayı koltuk kanepenin arasından çıkarma diye. Kitap okumak istyorum onu da yapamıyorum, ön söze gelmeden sıkılıyorum. Müzik dinlerken de içim geçiyor dağnık mp3 listesi miğdemi bulandırıyor, her seferinde düzenlemek için başına oturuyorum bilgisayarın aynı çekmecelerim gibi karmakarışık yapıyorum. Kahve ve çay içmekten miğdem kahvehane gibi oldu. Evin şeklini değiştirmeye kadar geldi sıra onu da yaptım şimdi evde hiç bir elektronik eşya doğru düzgün çalışmıyo hepsi elektrikrten uzakta kaldı, yarın tekrar onları aynı yerine taşıyacağım. Fotoğraf çekmeye diye çıkıyorum makinemi açmadan hava kararıyor, ben açana kadar yani, üşengeçliğim tavan yaptı resmen, arkadaşları aramaya geldiğinde sıra, onun sırası da geçti ben bile fark etmedim. Resim yapmam için de malzeme lazım kim gidip alcak şimdi, maket yapmak da biraz gözlerimi yordu sanki, kuaföre gidesim var ama postiji bilmyorum daha, o da ne demek? Yazı yazmak biraz rahatlatıyor... Tamam hadi sıkıldım... Ayakkabı fırlatasım var aynada kendime.

Fotoğraf Makinasıyla Sanat


Fotoğraf sanatçısı terimi ne anlama geliyor? Fotoğraftan sanat olur mu? Ne eften püften konular bunlar. Fotoğraf sanatından bahsedince kafalarda hemen uzun uğraşlarla pozlanmış manzaralar, güzel kızlar, iyi ışığı ve rengi bir araya getirmek için kamburu çıkan fotoğrafçı akla geliyor. Çok sığ düşünüyorum Allah kahretsin. Belki de asıl sığlık budur gerçekten, herşeyi kurallara bağlayıp sonra da sanat yaptık diyen klafalardır sığ olan. Bu konuda kafam çok karışık bıkkınlık geldi belkide. Bir mankeni iyi ışıkla çekip doğru renkleri doğru kontrastı yakalayarak majentaları ağlatmak bazılarımızı cezbedebilir ama o majentaları ağlatana kadar kıçından ter damlayan fotoğrafçıyı belirli bir kurguda en karanlık ortamda en soluk renklerde yakalamak sanki daha cezbedici şimdi hele ki dijital fotoğrafın verdiği imkanlarla bu daha hoş geliyor kulağa, yani fotoğraf sanatçısı terimini elimizin tersiyle itip "fotoğraf makinesi ile sanat yapmak" terimini kullanırsak daha doğru olacak, manzara resmini kağda dökebiliriz tuvale kopyalayabiliriz fotoğrafını çekebiliriz ama "manzaranın arkasında ne vardır" sorosu tamd a sanatın göbek deliğidir. uyandırıcı beynimizi mıncıklayan fotoğraflar üretme zamanı gelmişken hala ışık oyunlarıyla bir çift bacak çekmek yerine o bacağı baştan aşağıya traş etmeyi çekmek hem sanatçının kafasını hem de bacağın verdiği acıyı hissettirebiliyor. Kurgusı konusu olmayan fotoğrafları beğenenler de var, bunlar sadece farkındalığa uğramış sanıyorlar kendilerini yani bir heves ve heyecanlarla alel acele çekilmiş bir resmin fotoğrafını alel acele ve heycanla beğenen insanlar da fotoğrafı amacından saptırıyorlar. Neyse bir de Photoshop var hepimizin sevgilisi, Photoshop sanatçıları da çok artık bunlar da farkında olmadan makinalarını ellerinin tersiyle itiveriyorlar. Photoshop'a bellerini dayayan ve fotoğrafı bıçak biler gibi bileyen kişiler de artık Photoshop sanatı tarikatını kurmuş durumdalar. Korkmayın yahu fotoğraf işte alt tarafı düşünmeden çek çek sonra bir baltaya sap olur o fotoğraf.

Yaşasın Seksenler



Saat sabahın sekizi telefonum vırı vıdı dıt bıt çalıyor açmak istiyorum ama yataktan kalkamıyorum açmak için kalkıp odanın diğer ucuna gitmem gerekiyor, neyse bir şekilde açtım telefonu alo dedim hattın diğer ucunda Bedri Baykam var "Ne yıllardı be, neler yaşadık neler gördük güzelim seksenlerde" dedi, hayırdır abi dedim ne oldu böyle sabah sabah, yok bir şey diyor öyle bir rüya gördüm de onun için seni aradım diyor ve kapatıyor telefonu ağlayarak, ben de yine birinin kallbini kırdığım için vicdan azabıyla dönüyorum yatağa, ne yapayım yani şimdi seksenleri mi hatırlayacağım sabah sabah, zaten ne var ki seksenli yıllarda, yok vatkalar yok pantolonlar, Uçankaz Nortonlar falan filan zaten ne zaman gülmek istesek biri seksenlerden bahsediyor, peki ben de gülüyorum da yani gülünmeyecek şeyler de vardı, sadece Dalals'ı, Köle Izaura'yı hatırlamak da canımı sıkmıyor değil, olumsuzluklar da var, belki de canımız sıkılmasın diye bahsetmiyoruz, ama yozlaşmanın dalağını yardığımız yıllardı yahu seksenler. Nice kızlar vardı kitapları göğüsünde taşımayı öğrendi o empoze dizilerinden sonra okullarda göğüsümü saklayayım derken neleri sakladılar onun arkasında, nice abiler vardı ki ay yürüyüşü yapacağım diye dünyada yürümeyi unuttular döndüler dünyaya kıçlarını, ben hatırlıyorum da Doktor Hakstıbılın oğlu Teo sabahleyin mısır gevreği yiyor diye annemle market market mısır gevreği aradığımızı, tamam bulduk ama kutudan da direk dökmek istiyordum kaseye ne bileyim poşet içinde olduğunu, neyse şimdi bakıyorum da sen koy pırıl pırıl adamları o uzay mekiğinin içine sonra fırlat param parça olsun içindekilerle birlikte, biz de izledik o görüntüleri sirkte aslan izler gibi, bazılarımızın babasına da olanlar olmuştu zengin olacağım diye ülkesini satanlar vardı aralarında işte onların çocukları da bilinçsiz oldu şimdilerde, ne solcular vardu U dönüşü yaptılar o zamanki şişman gözlüklü başbakınımız sayesinde, rahmetli oldu o da ama küçük Amerika olduk ne güzel Teksas oldu en büyük eyaletimiz serbest piyasa ekonomimiz ve bireysel silahımızla, Yağmurla gelen radyasyonumuz vardı bir de bana bi bok olmaz diyip çay içen bakanımız da, Berlin duvarını da yıktılar emperyalistlerin gazıyla Çavuşeskuyu da idam ettiler, İran Irak'a Irak İrana girdi batının dürtmesiyle ve bütün bunlar olurken biz de televizyonumuza modamıza müziğimize bakar olduk kilitlenir olduk, "televizyonunuzu kapatmayı unutmayın" yazısı çıktığında çoktan uykumuz gelmiş oluyordu işte, seksenler e böyle uyuyarak geçti aynı 90lar ve 2000ler gibihep yeni masallar var, vatkanın yerini tanga aldı Dallasın yerini ise Lost, neyse bunları boşverin şimdi diyeceksiniz biliyorum sanki bu zamanda da yaşanmıyo bunların aynısı diye, yine de seksenler güzeldi iyi ki görmüşüm, o yıllara yetişmişim Voltran, voltran, voltran.

Bu aybaşının da farkına varmadım ben.


Birileri bana 2008 yılını heba edeceksin Murat, hiç bir işe yaramayacak bu yıl senin için deseydi haha diye yüzüne gülerdim orayı da terk ederdim ama böyle oldu askerlik benden 6 ay çaldı ben devlete vatan borcumu ödedim ama devlet bana yatak çarşafı verdi yemek verdi su verdi evet o bana su verdi derken ben devlete borçlu kaldım böylelikle altı ayımı devlete bağışladım ve 2008 yılıdan bana altı ay kaldı ilk üç ayı iş sahibi kendine güvenen prezentabıl biriydim son üş ayında ise işsiz ama yine kendine güvenen nereye bulaşacağını bilemeyen nereye saldıracağını şaşıran bir tip oldum çıktım yaklaşık üç aydır ne aybaşı hesabı yapıyorum ne de takvime bakıp oh be çarşamba da geldi hafta çabuk geçer haftasonu evde oturup dinlenirim demiyorum bir de bakıyorum ayın biri oluveriyor. Aslında hiç birşeyden şikayetçi değilim koskoca askerliği yedim daha ne isteyeyim Allah'tan. Kendimi biraz da eski yeşilçam oyuncularına benzetiyorum otel odasındayım biraz ekmek var yanımda bir de şarap, sakal da göbek deliğime kadar uzamış, sürekli kafamı kaşıyorum, oturduğum yatak popmdan dolayı çökmüş bir şekilde oynadığım filmlerin afişlerine bakarak haber kamerasının beni kaydetmesini sonradan tv'de yavaş çekimde gösterip milletin acımasını bekliyorum, tabiki saçmalıyorum o Yeşilçam oyuncuları zamanında kendilerini harcadılar diye ben de mi harcadım, salak salak konuşma Murat diyorum şimdi kendime, o da tamam abi diyor, geleceği düşünme günü yaşa diyor Bayan Fitzgerald ben de ona katılıyorm sonra sokağın köşesindeki dükkandan bana tuval ve boya alıyor, ne yapacağımı soruyorum, makarna yap diyor akşama, peki diyorum. Herry Potter geliyor akşamın bir vakti elinde boya sandığıyla hiç siftah yapmadığını söylüyor, ben de siftah yapmadım hiç diyorum nasıl yapılıyor diye de soruyorum, arkasına bakmadan çıkıyor odadan, telefonum çalıyor arayan Recep Tayyip Bey, Cossby Şov başladı açsana TRT1'i diyor açıyorum ben de "bir kelime bir işlem" başlamış Cosby Şov bitmiş buluyorum TRT1'i. Şimdi bi vapurun arka tarafında martılara simit atıp bu simidi paketleyip martı yemi diye satsam çok kazanır mıyım diye düşünüyorum Forrest Gump'ı arıyorum hemen tavsiye almak için, hiç bulaşma diyor bu krizde kapatıyorum telefonu. Vapur Southampton iskelesine yaklaşırken içimi heyecan kaplıyor çünkü bugün 1 Aralık yeni yıla bir ay kaldı diyorum herşeyin hayırlısı diyip kıbleye dönüyorum.

Kensel Dönüşüm mü? Kentsel Yozlaşma mı?


İstanbul'u ne zaman tanımaya başladığımı hatırlamaya çalışıyorum, düşünüyorum da 1985 yılı geliyor gözümün önüne. O yıllarda sanırım E.T. filmi oynuyordu sinemaya ablamın tavsiyesiyle annem elimden tuttu ve beni o filme götürdü önce bir yokuş çıktık sonra arabaların korna sesleri duyuldu ondan sonra da siyah yüksek bir binanın altından geçtik, ilk kez bukadar yakından görüyordum Odakuleyi, daha önce hep evimin penceresinden bakıyordum ona. Kalabalık caddeye girdik o zaman araç trafiğine açık olan İstiklal Caddesi'ne geldik etrafta hiç Starbucks yoktu, zaten Starbucks neydi onu da bilmyordum Kristal Büfe'den başka ayak üstü atıştıracak biyer yoktu, ne o Sosyetikleştirilmiş Şampiyon Kokoreç ne de lüx Bambi Büfe. Annemle yürüyerek bir sokağa girdik daha o saate kadar caddeyi geçene kadar etrafıma bakmaktan ağzını açmaya fırsat bulamamış ben nereye geldik anne diye soru verdim sinemanın kapısında, annem de "Hüsyin Ağa" diye yanıtladı, pek birşey ifade etmedi doğal olarak sonrasında sinemaya girdik. Film bittiğinde yine aynı yolu yürüyerek eve geldik. Hüseyin Ağa kim diye bir süre düşündüm E.T. filminde Hüseyin Ağa'yı aradım yoktu sonradan anladım ki Hüseyin Ağa bir mahalleydi hem de şu sıralar İstanbul'da kolgezen "kentsel dönüşüm projesi"safsatası adı altında "Küçük Beyoğlu" ismini almış bir mahalleydi, aynı yıkılan Sulu Kule gibi ya medeni bir ismi olsun diyerek Fransız Sokağı gibi bedevi bir isim alan Cezayir Çıkmazı gibi, Şu sıralar İstanbul'u acımasızca paylaşan parçalara bölen bir zihniyetle karşı karşıyayız, Sulukule'yi yıkıp insanları sanki nazi kampına gönderir gibi evlerinden atıyorlar Balat üzerine oynuyorlar Tarlabaşını Küçük Beyoğlundan(!) başlayarak değiştiriyolar. Ormanları TOKİ'ye açıyorlar. Artık ağızdan çıkan her kelimenin bir manası var bu zihniyet için. Benim için Küçük Beyoğlu Hüseyin Ağa Mahallesi hala Fransız Sokağı da beni çıkmaza bile soksa Cezayir Çıkmazı. Zaten Yakında Küçük Beyoğlu Ortanca Beyoğlu, daha Küçük Beyoğlu, Çüküm Kadar Beyoğlu diyerek terk etmek zorunda kalacağız, zorunda bırakılacağız

Emeklilik Günleri


Askerden gelip de işe başlayamamak evde oturmama sebep verdi ki bu aslında keyifli birşey bunu sonra anladım iki ay geçtikten sonra. Kafana göre takılıyorsun işte daha ötesi avr mı? Televizyon izliyorum mesela çizgi film kanalları bayağı bir oyalıyor, sonra radyo dinliyorum, bir ara mutfağa girip browni bile yaptım, arada dışarı çıkıyorum. Kısacası ev hayatı bambaşka birtem maaşım yok.

Kuzguncuk Seyahati

Günlerden çarşambaydı, evde mantı yemiştim iki tabak ağzım nasıl da sarımsak kokuyordu kendimden rahatsız olmuştum, tam o kokuyla kendimi başbaşa bırakıp yatağıma uzanıp keyif yapmaya başlicaktım ki Nazlı Koç aradı. Kuzguncuğa gittiklerini orada fotoğraf çekeceklerini söyledi, apartopar hazırlandım, babam taa Üsküdara kadar bıraktı arabayla, aklına esti diyelim yaptı işte. Hava güzeldi pek soğuk yoktu Kuzguncuk tenhaydı. Onları sokakta duvar dibinde yakaladım Cansel Anıl ve Nazlı bir de yanlarında kuzenleri vardı. dolandık durduk Kuzguncuk korunan biyer heralde hala eski evler duruyor ama entel olmuş doğallığı kalmamış yazık olmuş. Bir sokağa girdik ki orada bayağı bir uzun süre kaldık, pazardan dönen teyzelerin torbasını taşıdık, heralde kuzguncukta hep yaşlılar var sürekli bi sevkiyat halinde torba taşıtıp gençlere dua ediyolar, biz de aldık duamızı neyse ki. Sonra bayağı bir kare fotoğraf çektik dönüşte karnımızı doyurmak için Fethi Paşa Korusuna girdik sonra önce deniz kabardı ardından gök gürültüsü fırtına ve yağmur. Kuzguncuk'tan Üsküdara kadar yağmur altında yürüdük Üsküdara vardığımızda fırtınanın şiddeti daha da arttı, Üsküdarda artık sırılsıklamdık ve üşüyorduk kalabalık bir otobüse bindik tıklım tıklım bir yolculuk sonunda kurumak üzere eve vardık yani herkes kendi evine. Geriye güzel kareler kaldı diyip güzelcene de bitireyim cümlemi. Bir de Fethi Paşa Korusundaki Kahkahalar... Fethi Çakmaktaşlar ve çubuklu türbanlar.