Küçük anılarınızın devleştiği güzel evrenler var.

Geçmişinizden kalan fotoğraflar ve objeler, hala yanı başınızda durdukça zaman makinasının icadı sizi pek ilgilendirmez aslında. Bebekliğinize ait olan ve dostlarınızla paylaştığınız bir fotoğrafın hikayesi bile kalabalıklar tarafından bağıra çağıra anlatılan küresel çılgın geçmişten çok daha büyük bir yer kaplar karşınızdakinin belleğinde. Çünkü önce size ait olan o küçük dev hikaye artık onun da özelidir. İlgi çekmek kadar basite indirgenemeyecek kadar önemlidir çocukluğunuzun ya da çocukken oynadığınız oyuncağın fotoğrafını ortaya sunmak. Bu eylem geçmişinizi cömertçe paylaştığınız kişiyi daha değerli kılar ve tüm dünyanın bildiği kakafonik geçmişten sizi sıyrılarak belki de size özel bir geçmişin kapılarını açmış olur, işte tam da burada paralel evren denilen kavram mükemmel bir hoş geldin partisi vermek için sizi bekliyor olacaktır.


Hikayelerin hikayeleri takip ettiği bu paralel evren yolculuğunda anlarsınız ki kocaman görünen korkunç dünyanın geçmişi, sizin iki fotoğrafınızın yanında havası sönüp gitmiş, büzüşmüş bir balon gibi kala kalmıştır, anılarınızın şişirdiği o kocaman balon ise sizi farklı zamanlara götürmek için hizmetinizdedir artık. Geride basmakalıp basit düşünceleri bırakıp keyfini çıkarın, kendi evreninizin küçük lokal belleği dipsiz küresellikten hep daha hoş olmuştur, gelecekte de olacaktır.


Kokular Kaybolunca

Şu an o kadar dar bir sokaktayım ki nefes almakta zorlanıyorum, her soluğumda ıslak tuğla kokusu geliyor burnuma, çocukluğumdan kalma nice kokular arasından bir tek bu tuğla kokusu ayrıldı ve geldi dibime. Sokak dar olduğu kadar uzun da, ortasına kadar geldiğim bu rutubetli tünelden çıkmak için kat edeceğim mesafe bayağı meşakatli olacak derken ensemden bir el tutup çekiyor beni, sağıma soluma bakıyorum gözümün önünden pencereler geçmekte. Sağ tarafım tamamen sıvasız tuğla iken sol tarafım gri sıvalı bir bir bina işte.

İki kat yükseldikten sonra, çerçevelerinin beyaz boyaları dökülmüş, camları çatlamış bir pencereden içeri dalıyorum, pencerenin camlarına bakıyorum, çok ilginç bir şekilde yenisiyle değiştirilmemiş, artık üşengeçlik mi yoksa parasızlık mı bilemiyorum, ama camlar çatlaklarından ayrılmasın diye vidalarda o çatlakların buluşma noktasında somunlarla birleştirilmiş. İyi bir çözüm olduğunu düşünüyorum kısa süre içinde.

Pencereden ayırdığım gözlerimi odaya çeviriyorum, yerde kırmızı tonlarda üzerinde mavi çiçekler olan bir halı dikkatimi çekiyor, kapıdan pencereye doğru desenleri aşınmış beyaz ilmekleri görünmekte. Evin bütün yükünü çeken eski kirli bir halı, ormanın içindeki patikayı andırıyor adeta. Orman benzetmesi yerinde bir benzetme olabilir bu oda için, sağ ve soluma baktığımda odanın içerisinde irili ufaklı bitkilerin varlığını görüyorum, toprak kokusu yine zihnimin derinliklerinden burnuma kadar ulaşıyor, çocukken üzerinde oynadığımız arsayı hatırlıyorum, yağmurdan sonra yumuşacık toprağı olan o arsayı. Küçücük arsada yıkılan evin alaturka tuvaletini de hatırlıyorum, kazarken bulmuştuk da sanki antik bir kent keşfetmiş gibi sevinmiştik arkadaşlarımla. 

Odanın duvarındaki sarmaşık, bulunduğum yerin bir oda değil de gizli bir bahçe olduğunu düşündürmeye başlıyor. Beni yukarı çeken elin sahibini arıyor gözlerim, ama tam karşımda, odanın kapısının bana göre solunda duran incecik ayaklı, neredeyse belime kadar gelen, ortası cam kapaklı, iki yanı ise çekmeceli büfeye doğru yürüyorum, o elden hala ses ve görüntü yok, onun olmadığına inandırmaya çalışıyorum kendimi. Büfenin çekmecelerine elim gidiyor, hepsini teker teker açmaya niyetleniyorum.

Dört çekmecenin üçünde toz ve kıymıktan başka bir şey yokken sonuncusunda bir yığın fotoğrafa rastlıyorum, çoğu siyah beyaz olmasına rağmen retüşlenerek dudaklar ve gözler renklendirilmiş bir yığın erkekli kadınlı resmi kıyafetli fotoğraflara bakmaya başlıyorum. Aralarında portreler de var, sanki bir davette çekilmiş gibi ellerde kadehlerle verilmiş pozlar da buluyorum. Ama beni buraya getiren el orada beni tekrar sokağa bırakıyor, bu ağır çekim hayattan yine iki kat hızlı hayata geri dönüyorum, zihnim daha fazlasına izin vermiyor.

Duymak istediğim çok koku var diyorum kendi kendime, bu eski evdeki turum yarıda kesildiği için göğüsüm sıkışıyor, bu kokuların hepsinin teker teker uçtuğunu hissediyorum bu yüksek hızlı şehirde. Sabahların pastane kokusu artık tüm mahalleyi sarmıyor, kışların kömür kokusu sokak oyunlarımızı boğmuyor ve geçmişe karışıp gidiyor. Annemle girdiğimiz dükkanların kokularını hatırlıyorum ama artık onları soluyamamamın üzüntüsünü de yaşıyorum aynı anda. Artık halı dükkanlarının ağır yün kokusu ve bakkalın peynire karışmış deterjan kokusu burnumun direğini sızlatmıyor. Çocukluğumun berberindeki traş için kaynayan suyun buharına traş kremi ve kolonya kokusu karışmıyor ve ben bunu banyomda bulamıyorum.

Daha yavaş gelişsin istiyorum etrafımdaki herşey, erken kalkarak çözüm buluyorum, belki zaman daha yavaş ilerler diye umuyorum. Ama olmuyor, çocukluğumun evleri artık alçıpanla doluyor, yavaş şehirlere gitmenin yolunu arıyorum, bir ağaçla aynı sürede büyüsün istiyorum oturduğum bina. Uyanıyorum tekrar uyumak üzere. 

Yavaşlamak içn dua ediyorum her gece.




Çocukluğumun Mevsimi

Evet resimdeki Orko benim




















Nasıl da silmişim çocukluğumdan yaz mevsimlerini. 
Kala kala kocaman kışlar kalmış anılarımda, 
uzun geceler, kısacık günler. 
Ben o kısacık günleri nasıl da uzatmışım kafamda. 
Sokaktan kalkmak bilmeyen karlar diye hatırlıyorum, 
belki de sadece iki gün kalmıştır, 
kaba bir tabirle diz boyu kar. 
Yağmurda koşturup ağzımı kocaman açıp,
yağmursuyu tattığım zamanlar bir de bakmışım,
üstüm çamur içinde salonun ortasındayım. 
Başka anneler kızıyormuş böyle zamanlarda çocuklarına, 
ama benim annem kirlenmek güzeldir felsefesini,
otuz yıl önce keşfetmiş anlaşılan, çıtını çıkarmazdı.

Yaz mevsimi koskocaman bir yalnızlıktı, 
köyüne, tatiline giden çocuklar beni dımdızlak bırakırlardı. 





İçimdeki Prens

Küçük Prens geldi nefes nefese, sıkılmış bunalmış. İçindeki çocuktan açıldı konu.'Yaşatsan ne olur yaşatmasan ne olur' dedi. Heyecanla dinlemeye başladım, konu derindi, klişe bir konuydu ama onu bozmadım. Nasıl olsa geyiğe dönmeden olgunca kapanacaktı. Evet, diri tuttuğum her yıl daha da eziyet çekiyor diye ekledim. Sistemin baskısına değindi. 'Bu sistem var ya bu sistem beni bile kemiriyor ki içimdeki o veledi ne yapmasın'. Ben, o içimdeki çocuğu ekmek almaya yolladığım zaman sokaktaki oyuna dalmalı yemek soğumalı, onu azarlamalıyım ama yinede başını okşayıp beraber yemeğe oturmalıyız. 'Ama olmaz ki, ekmek almaya gittiği zaman hemen gelmesi lazım ki diğer ekmeği de almak için vakit olsun'. diye cümlenin sonunu getiriken yoruldu.

Bana geldiğinden beri bakışıyoruz.

Bu arada kahve demlenmişti. 'Ben içmem' dedi, niye dedim, 'Bıyıklarım çıkar da ondan dedi'. Yapma ya şaka mı bu? 'Evet şaka, koy koy bana da koy'.

İçimdeki çocuğun kahve içme isteğini bıyıkların çıkar diye geri çevirmek de o çocuğu diri tutabilir. Değil mi? Küçük Prens. 'Evet hocam aynen öyle' diye cevap verdi. Sisteme geri döndük. Saçma sapan zamanlar geçiriyoruz ikimiz de, sabah gün ağırmadan uyanıp İstanbul trafiğinde toplam dört saat geçiriyoruz, ne için? Eve ekmek getirmek için. Tek kale maçta kaleci olmayı bile tercih ederim Küçük Prens. 'Uyuyorum galiba' dedi kahvesinin sonunu getirmeden. Çocuk işte.

Ama uyumadı direndi, çocuklar direnir çünkü. Çarklara direnirler. Kişilerin hatalarını ve aptallıklarını yüzlerine vururken de çekinmezler biliyor musun? Sen de böyle misin? 'Evet mesela sen tam bir aptalsın' dedi bana. Şaşırdım, kızmadım. Doğru söylüyordu, Kendime dışardan baktığımda tam bir malım. Ne yapıorum ki, Her ay başı banka hesabıma maaş yatması için yakıyorum kendimi. Bunun aksi de aptallık aslında ama bu sefer kendine dışardan değil çok yakından dibinden bakabiliyorsun. Diri bir çocuk böyle yapmalı dostlarına ya da dostu olmayana da acıyı, hataları, aptallıkları söylemeli. Ama ben neden susturuyorum? Çünkü işin içine çıkarlar giriyor. İster istemez kemiriyor çıkarlar, ben sana böyle yaparsam sen de bana böyle böyle böyle.

Sevgili Küçük Prens ben içimdeki çocuğu yaşatmak için uğraşmayacağım, çünkü gerçekten çok zor, ya küçüleceğim ya da kocaman olup arada bir yapmak istediklerimi sana yaptıracağım.

Gözlerimiz kapanıyor, yoruyor bunun sohbeti bile. Küçük Prens bile o naif, sevgi dolu minik bile bizi sistemin içine dahil etmek isteyenlere diyor ki. 'Hepsinin alnına kafa atasım var'. Destekliyorum. Destekliyoum da nereye kadar? Bak yine içimdeki çocuğun parka gitme isteği geldi, ama nasıl olur, yorgunum, şimdi çıkarsak kimbilir ne zaman döneriz, yarın iş var güç var, gel uyuyalım Küçük Prens ne dersin? O ve içimdeki velet ne ders çalışır ne evde otrmak ister. İkisini yolladım dolaşsınlar biraz ben de dinlenirim biraz olsun. Zorlu bir iş günü beni bekler. Belki de bunların hepsi bir gün biter de sen, ben bizim Küçük Prens çıkarız minik gezegene. Yeter gayrı.






En Korkunç Berber İdealist Bereberdir

Korkarım ki bugün berbere gideceğim, çocuğun doktordan, annemin dişçiden korktuğu gibi korkuyorum berberlerden, hiç abartmıyorum. Küçükken de Karagöz ile Hacivat'tan korkardım. Neyse bu korku biraz da şu ana kadar denediğim tüm berberlerin idealist bir kafa yapısına sahip olmasından kaynaklanıyor.

Berber koltuğuna oturup üzerinize örtü ahenkle serildiği andan itibaren özenle çıkarılan makas ve tarağı da iğineyi hazırlayan hemşireyi izler gibi izliyorum, bir nebze diğer tarafta hemşirenin olması içimi rahatlatabiliyor ama bir berber ne kadar moral verebilir kişiye.

Hep de kalfaya denk geliyorum!

Her şey tamam mı? Makaslar çıktı mı? Tarak da elde. E o zaman o soru gelsin,
''Nasıl yapalım?''
cevabım bellidir her zaman. Kısaltalım.
''Ne kadar kısaltalım?''
işte kulakları açalım enseyi de kısaltalım.
''Peki'

Ohooo ben kime söylüyorum, söylenen bütün sözler berber efendinin bir kulağından girip diğer kulağından çıkmış. Başlıyoruz

''Ben bu mahalledekilere bir model kesiyorum, herkes beğeniyor eminim sen de beğnirsin kardeşim'' diyor.
Ben biliyorum o modeli ama benim alnım açılıyor fazla bir seçeneğimiz yok diyerek korumaya geçiyorum.

''Hallederim ben'' dediği an.

Abicim sen en iyisi şu anki halin yarısı kadar kısalt diyorum son olarak.

Bozuluyor, yarım saatlik saç kestirme seansı sessizlik içerisinde aynadan birbirimizi seyrederek geçiyor.

Sonuç olarak en iyisi küçük bir berber dükkanına gitmek, yani tek koltuklu tek berberli. Bu berber mümkünse, otuz yaşından küçük olmamalı kırkından büyük olmalı. Denediğim tüm berberler arasından bu sonucu aldım, saçlarım yavaş yavaş yok olsa da sonuna kadar berber pazar araştırmam sürecek. Çocukken gittiğim berberin kıymetini şimdi anlıyorum, sormadan dalardı saçlarıma, okul traşı en güzel traş işte. En iyisi ben de otuzumdan sonra konuya direk okul traşı diye gireyim. Bir de sakal traşımı kendim oluyorum çünkü berbere traş olduğum zaman gıdıklanıyorum, kötü oluyor.

Çocukluğumun berberi Şakir ustaya selam bilmem kaç yılından 1990'a kadar kestiği saçlarım için teşekkür ediyorum.



Metthew Reamer

Metthew Reamer'ın “Scraper Bikes” fotoğrafları kanıtlıyor ki her şeyi sanata dönüştürebilirsiniz.